Thursday, November 16, 2006

Midye Kabuklu Hikayeler-2: Filyos (2.Versiyon)

Karadeniz’in her zamanki gibi grimtırak bir gününde, kara dalgaların kıyıya vurduğu bir sahildeydik. Batı Karadeniz’in ilk liman kenti olan Filyos; Akdeniz ve Ege’nin kumluk ve düzenli plajlarına karşın bir inşaat alanını andırıyordu. Denizden esen rüzgar insanı üşütüyor ama insan daha çok ıssızlıktan ürperdiğini hissediyordu.

Yukarı aşağı tırmanarak, bazen yığıntıların çevresinden dolanarak koyun sonundaki kayalıklara doğru yürüyorduk. Uzaklarda yaşlı bir çift eğilip birşeyler topluyorlardı kumsaldan. Topladıklarını ellerindeki torbalarına dolduruyorlardı. Ne olduğunu anlamak için dikkatlice baktığımı görünce “dalgalarla gelen odun parçalarını topluyor olmalılar” dedi. “Yakacak olarak” diye eklediğinde bir anda daha da çok üşüdüğümü hissettim.

Bir göz odalarını biraz olsun ısıtsın diye yakacakları sobalarını beslemek için saatlerce eğile kalka odun parçaları topluyorlardı. Bir kenara çöküp onları izledik. Nasıl bir hayatları olduğunu gözümde canlandırmaya çalıştım. Daha önce gittiğim dağ köylerini, şahit olduğum yoksulluk içinde sürdürülen yaşamları düşündüm. Gözlerimin dolduğunu göstermemek için başımı öne eğmiştim. Dikkatimi çeken bir pırıltıya uzandım. İçi Akdeniz ya da Ege kıyılarında kolay kolay bulamıyacağım kadar parlak bir sedefle kaplı siyah bir midye kabuğuydu. Kadıköy iskelesinde dolması satılan siyah midyelere benziyordu. Ama içi o kadar güzel parlıyordu ki...

Yerimizden kalkıp kayalara doğru yürümeye devam ederken bir sürü kabuk toplamıştık. Elimizdeki poşetlerden birini boşaltıp içine doldurduk. Topladıklarımızın çoğu Karadeniz’in vahşi dalgalarından kırılmışlardı. “Ne yapacaksın bunları” diye sordu. Kimin umurundaydı, onları bu ıssızlıktan çıkarmalı, o kayıp güzelliklerine bir işlev bulana kadar onları saklamalıydım. Hayatta parlaklığına kandığım tek şey sedefti.

Sedefler yaşarken farkedilmeyen canlıların ölünce ortaya çıkan güzelliğiydi... Evlerimizdeki kutuları, aynaları, masaları süslerlerdi. Kolyeleri, bilezikleri, küpeleri şenledirirlerdi. Ama beni çeken sedeflerin ölü güzellikleri değildi aslında. Onların gizemli ve özgün parlaklığıydı. Her bir parıltı ayrı bir yaşam hikayesinin, ayrı bir yaşanmışlığın iziydi sanki.

Sonra kayalara tırmanıp yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri yedik. Kayalar bizi rüzgara karşı koruyordu, ama denizin dakikalar geçtikçe daha da hareketlendiğini görüyorduk. Gözlerim dalgaların yarattığı köpüklere dalmışken bir karaltı gözüme ilişti. Dikkatlice baktığımda bu siyah karaltının tek olmadığını farkettim ve heyecanla yerimden sıçradım. Yunuslar... Yavru olduklarını düşünmüştüm. Siyah ve küçüktüler. Ancak bana Karadeniz’de yaşayan bu türün yetişkinlerininde küçük olabildiklerini söyledi. Basık burun yapısı onun olduğundan daha küçük gözükmesine de sebep oluyordu.

Sanki o görmüyormuş gibi her sıçrayan yunusu, birbirleriyle oynadıkları belli olan kalabalık karaltıları, kayalar arasında dalıp çıkan sırtlarını coşku dolu çığlıklarla işaret ediyordum. Eğer hava kararmaya başlamasaydı, beni o kayalıkların üstünden kimse indiremezdi. Saatler boyu izleyebilirdim. Ama dönüş treninin vakti gelmişti.

İstasyonda yorgun ve bizim için buruk bir bekleyiş vardı. Başkalarının ya vedalaştıkları kimseleri ya da neşeli arkadaş grupları beklemeyi kolaylaştırıyordu. Biz ise torbamızdaki midye kabuklarına bakıyorduk. Gözümüzün önünde zıplayıp duran siyah yunuslar, aklımızda bu gece üşümemek için yaş odunları yakacak çift...


No comments: