Thursday, November 16, 2006

Midye Kabuklu Hikayeler-1:Datça

“Annemin arkadaş verdi” “Balıkçılar”- birbirimize bakmıştık. Aynı anda söylediğimiz sözler birbirine biraz uzaktı. Çünkü ikimizin de tek düşündüğü şey, düşürmemek için sıkıca kavradığımız kocaman kabukların artık bizim olduğuydu. Balkondan hayretle gözlerini açmış bize bakan teyzemi gördüğümüzde hava atmakta olduğumuz üst komşuya hoşçakal deyip koşarak bahçeye girdik.. Eve girerken teyzem söylenmeye başlamıştı: “Ulan! Teyzemin balıkçı arkadaşı denir mi? Ne düşünecekler benim hakkımda...” (Ben arkadaş demedim ki ben balıkçılar derken kızın demişti o bozuk Türkçesi ile annemin arkadaş! Hem balıkçı arkadaşı olamaz mıydı insanın? Ne güzel di işte balıkçılar bize kocaman kabuklar getirmişlerdi. Arkadaş olmasalar getirirler miydi? Hem karşılığında hiç bir şey de istememişlerdi. Bu zamanda arkadaslardan başka kim karşılıksız bir şey verir ki?) Ama teyzeme cevap vermeye çalıştığımda beni hiç dinlemedi. İşte ilk kez o gün herkesin herkesle arkadaş olamıyacağını anlamıştım.

Dev deniz kabuğumun içindeki uğultuyu dinlerken onun geldiği denizlerin dibinde süngerlerin, midyelerin, kestanelerin, yosunların, balıkların, yıldızların, mercanların, deniz atlarının ve daha bilmediğim bir sürü canlının birbiriyle arkadaş olabildiklerini düşündüm. Ama biz düşünen hayvanlar sınıf, köken, meslek, eğitim ve daha bir çok farklılıktan ötürü arkadaş olamazdık.. Yinede farkettiğim bu gerçeği kabullenmem için bir balıkçının oğluna aşık olmam gerekti.

Aynı yazmıydı, sonraki yazmıydı emin değilim. Tekne kiralanmıştı. Tanıdıklarda bize katılmış, biz bize koy koy gezmiştik. Makarena yılıydı. Hani her yaza damgasını vuran bir parça olur ya, o yazın şarkısı belli kıvırtma hareketleriyle herkesin aynı anda dansettiği Makerena idi.

Rıfat balıkçının oğlu değildi aslında. Balıkçılar arasında ayrı bir sınıf olan sünger avcısının oğluydu. Vurgun yemiş bir sünger avcısının. Vurgun yemek bir sünger avcısının başına gelebilecek en kötü kazaydı ve bu mesleğin en büyük riskiydi. En iyi avcılardan biriyken suya dalmış ama vaktinde çıkamamıştı. Sonra tur teknesi olarak çalıştırdığı Kuğu’da kaptanlık yaparak hayatını kazanmaya başlamıştı. Datça civarındaki büyük otellerden birinin dalış teknesiydi, boş günlerinde de tura çıkıyordu. İşte o günde biz tura çıkmıştık.

Rıfat ile nasıl sohbet etmeye başladık, ilk ne zaman göz göze baktık farkında değilim. Bir koyda herkes karaya çıkmışken ben kızgın güneş altında ondan gemici düğümleri öğreniyordum. Diz dize oturuyorduk. Bazen ellerimi tutarak attığım düğümü düzeltiyor ya da sıkılaştırıyordu. Dakikalar, saatler geçiyor ama günün bitmesini hiç istemiyorduk. Ama bitti...

Turun sonunda teknenin tepesinde tam yarım saat Makerena ile dansettik. En tepede Rıfat’la ben vardık. Sanki sonsuz bir mavilikte yalnızdık. Gözüm ne teknedekileri görüyordu, ne kıyıdan bizi izleyen insanları. Müzik hiç bitmesin ve biz ordan hiç inmeyelim istiyordum. Ama kaptan müziği kesti sonunda.

Gizlice sözleşmiştik. Yemekten sonra balıkçı teknelerinin yanaştığı küçük koyda buluşacaktık. Tam tekneden inerken babası bana teknede iş teklif etti. Artık gemici düğümlerinide biliyordum hem. Karşılıklı şakalaşmalarla sabah teslim olacağımı söylemiştim. Ama o ısrarla dakikalar içinde hareket edeceklerini söylüyordu. Rıfat ise arkasından gözlerimin içine bakarak, birazda beni sakinleştirmeye çalışarak, sabaha kadar orada olacaklarını söylüyordu. Sanki herkes, herkes bizim buluşacağımızı biliyor da buna fırsat vermiyeceklerini bizimle dalga geçerek hissettiriyordu.

Evdekilerin çabaları (istemli ya da istemsiz) yemeği mümkün olduğunca geciktirmekle başladı. Pizza ısmarlanmıştı. Sanki pizzacı bile biz buluşmayalım diye çok geç gelmişti. Yemek yendi. Aslında sıra bende olmadığı halde, teyzem bulaşıklar yıkanmadan kimse biryere gitmiyor dediği için yorgunlukla bulaşıkları yıkadım. Biter bitmez de kendimi dışarı atmak istedim. Teyzem beni engellemek için yorgun olduğumu, çok kızardığımı belki de beni güneş çarpmış olabileceğini söyledi. Ama ben yine de gittim. Ama çok geçti.

Orman içindeki patikaya girdiğimde içimde heyecan ve korku karışımı bir kıpırtı vardı. İki koyun ortasında yer alan diskodan müzik sesi geliyordu, ama gece yine de sessizdi. Balıkçıların koyu karanlıktı da. Uzaktaki lambalar ancak denizin kıyıya vurduğu yere yaklaştığımda teknelerin isimlerini okumama yetiyordu. Koyu baştan sona bir kaç kez dolaştım. Ama hayatıma birden giren güzel Kuğu, bağlı tekneler arasında değildi. Kendimi çirkin ördek yavrusu kadar yanlız hissettim.

Kıyıdaki taşların üzerine çöküp gözyaşlarımın güneşten yanmış yanaklarımı ıslatmasına izin verdim. Samanyolunun bile görülebildiği binler hatta milyonlarca yıldızla dolu siyah gökyüzünün altında kendimi sonsuzlukta hiç bir anlamı olmayan bir nokta gibi hissettim.

Rıfat’la bir kez daha karşılaştım, bir hafta sonra markette... Gözlerime “ayrı dünyaların insanıyız biz” der gibi bakıyordu, konuşurken.

Haklıydı... Aramızda sınıf farkı vardı ne de olsa: O gözleri gören sınıftandı, bense görmeyen...

No comments: