Thursday, June 28, 2007

Midye Kabuklu Hikayeler-5 Bursa

Bursa denince aklıma hiçbir zaman deniz ya da midye kabukları gelmezdi. Aklıma çocukluğumun uzun güney yolculuklarında, en uzun molaların verildiği, kocaman otogar gelirdi. Çocuk gözümle bana annemden eğer iki adım önden ya da arkadan gidersem kesinlikle kaybolacağım hissi verirdi Bursa otogarı. Acaba nasıl olur diye düşünürdüm. Filmlerdeki gibi bir macera yaşardım herhalde. En azından ben öyle düşlerdim.

Bursa, aynı zamanda genellikle uyuyarak geçirdiğim Osmanlı tarihi derslerinde de çok sık duyduğum bir yer ismiydi. Bunun sebebini Bursa'yı gezdiğimde daha iyi anladım. Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti ve padişah sülalesinin vatan toprağı Bursa... Beni gezdiren arkadaşım bana çok eğlenceli bir tarih dersi veriyordu ayaküstü: Sultan erkek kardeşlerinin kafasını kesiyor, ama yine getirip buraya gömüyor. Savaşta ölüyor saltanattan biri, getiriliyor buraya... Kutsal toprakları hükümdarların, memleketleri... Bir çok padişahın türbesi var Bursa'da. Hem de tam merkezde. Muradiye Külliyesi olarak anılan bu yerde, tüm şehire de yansımış olan Selçuklu-Osmanlı geçiş döneminin mimari izleri dikkatimi çekiyor. II. Murad Türbesi'nin tavanlarindaki ince oymalara baka kalıyorum bir süre... Bizi gezdiren görevli tabelalardaki yazılarin tercümelerini, türbenin kime ait olduğunu ve benzeri genel bilgileri anlatıyor. Bize bu kadar ilgi göstermesinin nedeni herhalde sonbaharın sıradan bir gününde, bir akşamüstü bizden başka kimsenin gezmiyor olmasıydı Külliye'yi... Çini ve Kalem işleri ile süslü Şehzade Ahmet Türbesi, Fatih'in oğullarının yattığı, kubbesi bir çini tabağı andıran Cem Sultan Türbesi, 16. yüzyıl çinileriyle bezeli Şehzade Mustafa ve Şehzade Mahmut Türbeleri, Gülşah Sultan, Ebe Gülbahar Hatun, Hatuniye, Mükrime Hatun, Gülruh Sultan, Şirin Hatun Türbeleri sanki hepsi ayrı bir hikayeyi anlatıyorlardı- planları, barındırdıkları ve süslemeleriyle...

Bursa'nın Osmanlı tarihindeki bu öneminden daha çok etkileyici ve dikkat çekici yapısı ise içiçe geçmiş hanlarıdır bence... Ama bu yapılar içinde de en etkileyicisi, arkadaşımın onur duyarak gösterdiği bir alandı hanların birinin ortasında: Osmanlı'dan günümüze ipek fiyatlarının belirlendiği meydan. Bir tarihin nasıl yok edildiğini anlattı sonra- artık orada toplanmıyordu Bursa ipekçileri. Neden diye sordum kendime... Neden hep güzel değerler kaybediliyor Türkiye'de? Neden hep bize dışarıdan verilen anlayış, bakış açısı ve yaşam tarzını benimsiyoruz? Vazgeçmişlerdi artık ortak fiyat belirlemekten ipekçiler... Rekabet kuralları değişmiş, kapitalist sistemin getirdiği "tutturabildiğine" fiyat sistemi benimsenmişti işte Bursa'da da...

Şehri gezdikçe, arkadaşım bana Bursa'nın ilginç nüfus yapısından, buralardan gelip geçmiş insanlardan, mahalleler arasındaki sosyal ve ekonomik farklardan sözedip beni oldukça şaşırttı. Sanki her mahalle kendi yapısını bulmuş ve bunun dışında birilerini kabul etmiyordu ortamına. Ayrımlar keskin ve yabancı biri tarafından bile rahatlıkla gözlenebilirdi Örneğin, meyhaneler sokağından geçerken insanın gözüne 1936 yılında yapılmış Şaul Harkos hayratı takılıyor ve buranın etnik tarihine ışık tutuyor; birazdan bekar ve öğrencilere ev verilen semtte karşımıza üniversite gençliğinden bir grup çıkıyor; küçük ve eski Osmanlı evlerinden oluşan mahallelerde gençler sokakta maç yapıyor, şehrin "yeni" yüzü piramid alışveriş merkezinden ellerinde torbalarla oldukça süslü giyinmiş bir grup kız çıkıyor, şimdi açılmış olduğunu bildiğim- o zaman hazırlıkları süren- Leman Kafe'nin sokağında çeşitli mekanlara girip çıkan konuşması, giyimi ve ellerinde taşıdıkları kitaplarla diğerlerinden ayrılan bir entel kesim dikkati çekiyor, parkın içindeki kahvehanede orta yaşın üstü bir kesim okey oynarken benim orada olmamdan rahatsız olmamaya çalışıyor...

Neyse bu güzel şehrin o içiçe geçmiş hanlarından bahsetmek isterim birazda. Çınarlarla bezeli meydanlarında birbirine çok benzeyen çınar altı kafeler, gezerken çok rahat kaybolabileceğiniz uzun kemerli yollar, kimi eski yapısını koruyan kimi yenilenmiş kapı kapı dükkanlar ve içinde kendinizi bir Osmanlı masalında gibi hissedebileceğiniz mekanlar. Koza Han, Emir Han, Eski Aynalı Çarşı, Kapalı Çarşı... Bu hanlardan birinin içindeki oldukça eski bir esnaf lokantasında Bursa İskenderi yedik arkadaşımla. Fast food lokantalarına düşmüş o güzel yemeğin gerçek lezzetini hatırladım çocukluk anılarıma gizlenmiş... Biz çocukken herşey ne kadar farklıydı aslında. Yemeklerin tadları gerçekten farklıydı. Ortamlar farklıydı. İnsanlar farklıydı.

Kaymaklı ekmek kadayıfı ve sucuk yemek için Afyon'a, Kestane ve İskender yemek için Bursa'ya, Kemalpaşa tatlısı ya da höşmerim yemeğe Balıkesir'e, keş ve Abaza peyniri almaya Bolu'ya... uğranırdı seyahatlerde. Biz çocukken bilirdik ki, her yemeğin tadı yapıldığı yere göre değişir ve her şeyi iyi olduğu yerde yemek gerekirki lezzeti doğru bilinebilsin. Bunu ne zaman çocukça bir tavırla annemlere karşı çıkıp, yenmemesi ya da içilmemesi gereken bir şey yiyip içsem bir yerde, anlardım. Halbuki bugün artık heryerde herşey var ve biz heryerdeki o lezzetsizliğe o kadar alışmışız ki, yemeklerin tadsızlığını normal sanmaya başlamışız. İşte o küçük esnaf lokantası bana çocukluğumdan çok iyi bildiğim ama unutmuş olduğum güzel lezzetleri hatırlattı...

Akşamüstü misafir kalacağım 85 yaşındaki annesinin evine götürdü beni arkadaşım. Karşımdaki o hanımefendinin farklı duruşu ve içten tavırları beni hemen sardı ve onunla uzun bir sohbete tutulmuş buldum kendimi birden. Bu yaşlı ama hayat dolu hanım tipik bir cumhuriyet kadınıydı. Öğretmendi. O kadar çok hikayesi vardı ki... Ömrü Yeşil adı verilen bu eski mahallesinde geçmişti Bursa'nın. Öğrencileri vasıtasıyla binlerce hayat görmüştü. Başkalarının çalışmak istemediği uzak okullarda, fakir öğrencilerle çalışmıştı yıllarca. Anlatımında mahzun bir mütevazılık vardı. Sanki hem anlatmak istiyor hem de istemiyor gibiydi yaptıklarını, fedakarlıklarını. Kendinden bahsetmenin ayıp sayıldığı zamanların insanıydı o.

Bu güzel teyze bana bir gün kocasıyla arasında geçen bir dialoğu gülerek anlattı: "Sabah çıkmış okula giderken kendisi de aynı okulda öğretmen olan bir bey arkadaşımla ..... caddesinde buluşmuştuk. Okula beraber gitmek için. Buraya gelirken geçtiğin cadde, ana cadde yani. Biri görmüş kocama yetiştirmiş. Kocam bana dedi ki güpegündüz ... Bey ile buluşmuşsun ... caddesinde. Ben de dedimki ne olacak, gizleyecek bir şeyim olsa orada buluşmam herhalde. Kocam bir daha asla bana karışmadı. Güveniyordu çünkü bana. Öyle değil mi? Gizleyecek bir şeyim olsa ana caddede mi buluşurum güpegündüz?"

Ben oldukça eğlenceli bu öğretmen hanımla daha saatlerce konuştum belki ama sonra ikimizin de dinlenmeye ihtiyacı olduğunu farkedip yattık. Ertesi sabah arkadaşım beni erkenden aldı ve deniz kenarına gitmek istermisin diye sordu. Benim ilk cevabım "Bursa'da deniz mi var?" oldu. Tabi bunu kocaman bir kahkaha izledi. Bir anda yeni tanıştığım diğer arkadaşlara karşı çok mahcup hissettim kendimi. Coğrafyam kötü ama bu kadar da kötü olmamalıydı!

Mudanya'ya doğru yola çıktık birlikte... Daha kahvaltı etmemişiz bir yemek muhabbetidir sardı herkesi. Sabah kahvaltıda çağ kebabı yemiş miydiniz hiç? Güzeldi ama kahvaltıda yenir mi?!. Demiştim ya her şeyi yerinde yemeli diye, Çağ kebabı da gerçekten güzeldi ama...

Yaklaşık yarım saatlik yolu yemek molası, çevre tanıtımı derken 2 saatte aldık ama sonunda vardık Mudanya'ya. Sanki ömrümde hiç deniz görmemişim gibi bir duygu sardı içimi. Bir balıkçı kasabasıydı Mudanya. Gerçi artık yeni eklenen mahalleleri tatil kasabasına çevirmişti genel yapısını ama yanlızca restorasyon yapılmış olan eski Rum mahallesi, denize doğru inen sokaklarda çıkardıkları sandalyelerde oturup sohbet eden insanları ve her sokağın sonunda göze çarpan kayıkları insana kendini başka bir zamanda ve mekanda hissettiriyordu. Büyük iskelede bir sürü insan balık tutuyordu. Ama benim dikkatimi çeken ara sokaklardan birinin sonundaki küçük iskelede yatmış önüne de iki tane olta sıkıştırmış genç bir çocuktu. Arkadaşlar beni kendi halime bırakmış, oturmuş çay içiyorlardı. Bense bir yukarı bir aşağı, birbirine paralel sokaklarda geziyor ve fotoğraf çekiyor, ne zaman o küçük iskeleyi kesen bir sokaktan geçsem kayıkların arkasından gözüken iskelede ki oltalara bakıyordum. En sonunda sokaktan aşağı inip deniz kıyısına kadar gittim. Kıyı taşlıktı ve tabi ki bir sürü midye kabuğu doluydu. Çocuğu unutup kabukları toplamaya başladım hemen. Birazdan birinin bana doğru dikkatli dikkatli baktığı hissine kapıldım. Kafamı kaldırdığımda az önce fotoğrafını çektiğim, huzurlu bir şekilde uyuklayarak balık tutan genç benim fotoğrafımı çekiyordu. Bana gülümseyince onun buralı olmadığını anladım, çünkü gözleri çekikti, çok büyük olmayan bir sırt çantası vardı ve ben buralara ait değilim diyen bir duruşu vardı. Ben de onun kim olduğunu öğrenmeye karar verdim. Topladığım kabuklarla birlikte iskeleye çıktım. "Merhaba" dedim. Bozuk bir aksanla cevap verdi. Oturmak için izin istedim o da bana çantasının önüne serdiği havlu üzerinde yer gösterdi. Balık var mı diye sordum, "bilmioğum, onlağ benim değil" dedi. Bu beni iyice şaşırtmıştı. Gülmeye başladım. O da bana katıldı. Kendimi tanıttım. O da kendini tanıttı. Adı Ted'di. Kanadalı idi. İngilizce konuşabildiğimi öğrenince iyice bir rahatlayıp, İngilizce anlatmaya devam etti. Aslen Tayland asıllıydı. Dünyayı geziyordu. Üç yıldır! Planladığı turu tamamlaması için daha önünde bir buçuk senesi vardı. Genellikle "hospitality club" adlı misafirperverlik kulubü vasıtasıyla çeşitli insanların evlerinde konaklıyordu. Bu şekilde ilginç insanlarla tanışıyor, hem de bir turist gibi göremeyeceği mekanlar, yaşamlar ve kültürler görüyordu. Şimdi de burada evinde konaklayacağı bir gencin işinden dönmesini bekliyordu. Tabi bu arada ortamın tadını çıkarmayı da ihmal etmiyordu. Buraya geldiğinde oltalar orada duruyormuş. Yani yalnızca orada bırakılmışlardı. Belki akşama doğru biri gelip bakar diye güldük. Ona çektiğim fotoğraflarını gösterdim, ama o gösteremedi. Çünkü eski tip bir makine kullanıyordu. Bu hem daha ucuzdu, kaybettiğinde fazla üzülmüyordu; hem de kaybedince en fazla 30 fotoğraf kaybediyordun. Dijitaldeki gibi bütün bir gezinin fotoğraflarını değil. Filmleri banyo ettirip, Fransa'da ki bir arkadaşına gönderiyordu. Basılı fotoğrafları da ayrı bir kutuyla gönderiyordu ki, posta'da kaybolursa en azından biri kurtulsun. En güzel fotoğrafları da imkan buldukça tarayıp internet sayfasına koyuyordu. Onu da alıp çay bahçesine gittim, onu diğerleri ile tanıştırdım ve onun gezdiği ülkelerde yaşadığı ilginç olayları dinleyerek akşamı ettik. Ayrılırken, elektronik posta adreslerimizi aldık, ve fotograflarimizi birbirimize yollama sözü verdik. Bir gün, bir yerde karşılaşmak ümidiyle dedik birbirimize... Ted'i bir daha göremeyeceğimi biliyorum. Ama sanki onun gibi bir insanı tanımak bile bana yeni yerler görmek, yeni bir şeyler yaşamak ve hatta dünyanın bir çok yerinden midye kabukları toplayıp, midye kabuklu sonsuz hikaye yazmak için cesaret veriyor...

Saturday, January 13, 2007

Akşamın Son Otobüsü

Akşamın son otobüsüdür, karanlığı gürültüsüyle yaran. İnsanları yorgundur; yüzleri yorgun, elleri ayakları yorgun, ruhları yorgundur insanların. Sıcak yorgunluğudur, iş yorgunluğudur, ekmek parası yorgunluğu, hayat savaşı yorgunluğu, günün yorgunluğudur...

Çantalar tozludur, ellerde, yerlerde, kucaklarda torbalar doludur. Paralar, pullar, telefonlar göz hapsindedir. Gözler yorgunluktan kapalıysa, avuç teri ile hapsedilmişlerdir...

Hızlandıkça otobüs kadınların tepelerinde topladıkları saçlar uçuşur. Başörtüler uçuşur. Eşarplar uçuşur...

Bir kız uzun kollu giyinmiştir. İnançtan mıdır, klimalı bir ofiste çalışmaktan mıdır, bedeninden utanmaktan mıdır, yokluktan mıdır, kim bilebilir...

Önde bir kızın kulaklığı düşer omuzuna. Elini kaldırınca askılı atletinden sütyeninin askısı görünür, pembe...

Yanda bir kızın tepesine uyduruktan topladığı saçları dağılır. Bir başkası topuzunda uyumaktadır, bitkin...

Bir teyze uykulu gözlerle zar zor seçer karanlıkta ineceği durağı. Muavin silkindirir herkesi çatlak bağırışıyla: “Arada bir durak var daha!” Amcanın birinin hırıltısı kaplar ter kokularının üstünü öne düşmüş başından, otobüsün içlerine doğru. Sonra otobüs hızlanır yine, rüzgarlar eser otobüsün heryerinde.

Bir dedenin nasırlı ayakları gözükür yazlık ayakkabısından. Bir cici kız topuğundan düşer kalkmaya çalışırken yerinden.

Akşamın son otobüsüdür, geceye kalmayanları taşır uzak yerleşimlere. Yorgundur...

Wednesday, December 6, 2006

Yoksunluk ve Yoksulluk

Gazeteci olan çok sevdiğim bir arkadaşımla batı Karadeniz kıyısında bir kıyı kasabasına dolaşmaya gitmiştik. Dönüş treninde orta yaşlı iki kadın karşımıza oturmuştu. Oraların yerlisi oldukları her hallerinden belli oluyordu. Ama en çok kullandıkları ağız dikkati çekiyordu. Aralarındaki konuşmalar sessizliğimizde bize anlatılan bir hikaye gibi geliyordu. Yan gözle baktığımda onun da benim kadar dikkatle dinlediğini gördüm. Anlattıklarına hikaye demek yanlış aslında, onlar hayatı anlatıyorlardı. Karadeniz’in sahil kasabalarındaki hayatları.

Birinin düğünü varmış, birileri rahmetlik olmuş, bir kadıncağızın çocuğu olmuş ama beyi ortada yokmuş, çalışmaya Trabzon’a gitmiş, “malum”muş, gitti gideli haber yokmuş. Hayat dedikodularına devam ederek bir ara istasyonda indiler trenden.

Bir teyze bastonuyla arkadaşımın omzuna dokundu kapıdan uzanarak. İkimiz birden döndük. “Uşakçıklarum, yardım edin” dedi. İkimiz birden ayağa kalktık. Yanına gidince teyze hemen koluma girdi. Trenin canlı hareketi ile onun bastonuna ve bana tutunarak zar zor yürüyüşü arasındaki tezatlık çok tuhaftı. Trenin eski yüzü ve poflarcasına çıkardığı sesler ile o teyzenin capcanlı bakışları ve hiç durmadan konuşması da oldukça tezattı aslında. Ben teyzeyi karşımızdaki boş koltuğa oturttum, o ise paketlerini taşıyıp yerleştirdi. Teyze birşeyler anlatıp duruyordu ama ben söylediklerini takip edemiyordum. Hemen beni uyardı “teyzeyi ters oturmak tutar biz o tarafa geçelim istersen?”.

Düşünemediğim için kendime kızarken, trenin sarsıntısı içinde teyzeyi tekrar kaldırıp bu sefer trenin gidiş yönüne uygun oturttuk. Yerleşir yerleşmez teyze bana zorla paketlerinden birini açtırıp tüm vagona taze kavrulmuş sarı leblebi dağıttırdı.

Sonra da bana anlaşılması zor geldiği kadar güzelde gelen yöreye özgü şive ile anlatmaya başladı. Yedi çocuğu vardı. Biri az önce bindiği köyde, biri Zonguldak’ta, biri Ankara’da, biri Trabzon’da, hangisi anlamadık biri tam önünden geçtiğimiz gibi bir dağın ardında yaşıyordu.

Kızlarından, gelinlerinden bahsetti. Şimdiki kızanlar rahattı. Hiç bir iş yapmıyorlardı. Teyzenin zamanında her iş elde yapılırmış. Benim kısa saçlarımla uşakçık gibi gözüktüğümü de laf arasında söyleyivermişti hoşlanmadığını belli eder bir tavırla. Sonra devam etti anlatmaya. Çamaşırla, bulaşıkla saatlerce uğraşırmış.

...

Yemek yapmaktan, hayatından bahsederken yanlız başına yaşadığı, bir Karadeniz dağ köyündeki evini de anlattı. Evinin yanı askeri birlikmiş. Kışın kar yağdımı oraya gelen yollar kapanırmış. Altı ahır olan iki katlı evinin üst katında kurulu olurmuş sobası. Pek dışarı da çıkmazmış kışları. Camdan soğukta nöbet tutan askerleri gördükçe içi acırmış. Aşağı inecek dermanı olmadığından camı açar yiyecek atarmış nöbetçi erlere. Onlar da odun taşırlarmış, komutanları izin verince teyzenin evine. Ne askerler terhis ettirmiş teyze. Bayramlarda geleni çok olurmuş bu askerlerden. Kızlarını gelin vermiş, oğullarını gurbet ellere göndermiş daha iyi bir hayat uğruna. Kendi yalnızlığında zar zor geçinirken hala sobada pişirdiği iki patatesten birini uzak diyarlardan gelen bir uşakçığa verecek kadar zengin bir gönle sahipti bu teyze. O teyzeciğin hayatındaki tezatlıklar yoksulluğun yoksunluk olmadığının kanıtıydı aslında.

Sunday, November 26, 2006

BABA

Fransız polisi seni

Kuleli evin

Kalabalık ateşi içinde bulmuş.

*

Sen annemi

Polis sorgusunda

*

Siz Kerem’i

Soğuk bir Kasım sabahı

*

Askerler seni

Yorgun bir sonbahar akşamı

*

Ben seni

Bir bebeğin

Sorgulayan gözlerinde bulmuştum.

*

Polisler seni

Mahkemenin bittiği

Bir Mart sabahı

*

Verem seni

Soğuk hapishane duvarları arasında

*

Sen içkiyi

Tekstil fabrikalarının

Yoğun temposunda buldun

*

Yalnızlık seni

İçki şişesinde

*

Umut seni

Genç bir kızın kollarında

Umutsuzluk yine aynı genç kadında

*

Hayat seni ilk aşkında buldu

Sen hayatı ilk aşkında

*

Ölüm seni

Aşkın mutluluğunda

*

Temmuz 2006/Ankara

İSPANYOL KAHVESİ

Kırmızı-siyah aşklar

Doldururken yanlız kalpleri

Gülümsemeler süsler karamsar yüzleri

*

Bir aşk parıldar gözlerde

Sakin bir gecede

İspanyol Kahvesinde

*

Parça parça aynalar kenarına iliştirilmiş bir gül

Beyaz bir mum köşesinde usul usul yanan

Kırık taşlarla süslenmiş duvarlar

*

Fonda bir İspanyol ezgisi

Dışarıda yorgun sıcaklar

İçeride karışık bir aşk var...

BAHAR DALI

Ben baharı getiren bir ateş

Siz bir bahar dalıydınız güneşe açan

Ben Ayrılık Çeşmesi’nin akmayan suyu

Siz yoldan geçen bir yolcuydunuz

Ben martıydım göklerden şehre bakan

Siz, İstanbuldunuz...

*

Gözlerin kifayetsiz kaldığı bir buluşmaydı bizimkisi

Yaşanamamışlıkta kaldı en büyük hikayesi

*

Bahar dallarına suda hayat veren ebruydunuz

Kıvrımlarıyla destanlar anlatan hattınız

Teshibin en nadide gülüydünüz

Çocuktum ben daha. Bir hayaldim.

Uçurtmalar peşinde coşan bir genç yürektim

Sizin yanınızda büyüdükçe küçülen idim...

*

Zamana yayılan bir buluşmaydı bizimkisi

Farklılığında kaldı en büyük gizi

*

Topraktan çıkamamış bir tohum

Yaprağa saklanmış bir meyve

Yuvaya sığınmış bir yavru kuş idim

Umuttunuz

Güçtünüz

Arzuydunuz siz bana...

*

Unutulmayacak bir buluşmaydı bizimkisi

Buruk kalplerimizde kaldı duyguların en yücesi

*

19 Ekim 2006/ İstanbul

İSTANBUL AKŞAMI

Yorgun bir şehre baktım bu akşam sizin için

Camilerin silüetine

Yarım ayın bıraktığı yakamozlara

İstanbul’a baktım sizin için

*

Vapurdan Kız Kulesi’ne baktım

Galata’dan uçan Hezarfen!in gölgesine

Taşı toprağı altın şehrin kayıp hayallerine

Bu akşam sizin için İstanbul’a baktım

*

Duymadığım sirenlerin ışıklarına baktım

Bilmediğim olayların gözyaşlarına

Liman işçilerinin yorgun yüreklerine

Sizin için baktım İstanbul’a

*

Musluklarından su akmayan çeşmelerine baktım

Topkapı’nın bilinmeyen gizemlerine

Gariplerin tükenmeyen aşklarına

Baktım İstanbul’un sizsiz akşamına

*

Kasım 20006/İstanbul

Thursday, November 23, 2006

Kendi yalnızlığın içinde kaybolmak

Karanlık bir gün. Yağmur, rüzgar, camları döven yağmurlar. Apartmanın merdivenlerinde durup evlerden gelen seslere kulak ver. Bir gitar tınısı, cep telefonuna gelen mesajın zili, ve bir tane daha, çocuk kıkırdamaları, o daire boş, sessiz.

Otobüs durağında sırada bekleyen insanlar, çift katlı yeşil otobüs. Herkes mi biniyor? Yağmur damlaları yine yalnız. Bir kadın: "Yeni mi geçti ki otobüs? Hep camdan baktım halbuki”. Ben de baktım. Ama herkes yeşil otobüse bindi gitti. Benim camım şurası, hani şu altı üstü boş olan. Üst komşularım dün akşam taşındı. Apartmanda iki daire boş: biri altım biri üstüm. Çocuğun koşturmalarını duymayacağım artık, adamın karısını, çocuğunu dövüşünü ya da onlara bağırışını da... Sessiz bir ev, sessiz komşular. Olmayan komşular. Kendi yalnızlığım içinde kaybolacağım...

Otobüste sessiz yüzler. Kimi birbirini belki hergün görüyor ama bakmıyor, tanımıyorlar. Hepsi sessiz, hepsi boş izliyor çevresini. İşlerini, aşlarını, aşklarını, sağlıklarını, okullarını kısacası yalnız ve yalnız kendi hayatlarını düşünüyorlar.

Caminin minaresi yalnız. Cami önünde orta yaşlı bir kadın. Pazardan aldığı meyve sebzeyi taşımakta zorlanıyor, ama torbalarını taşıyacak kimsesi yok. Yalnızlık. Kalabalığın ortasında yalnızlığında kaybolan insanlar, işte modern dünya. Yarı zamanlı, iki yüzlü ilişkiler. Hergün gördüğünüzü bile yabacılaştıran yaşam tarzı.

Güneş, gökyüzünün yalnız prensi. Şimdi beni ısıtıyor, ama birazdan bir bulutun arkasında kaybolunca unutacağım bir sıcaklık. İşte bugünün ilişkileri de böyle; yanındayken varolan, uzaktayken unutulan duygular.

Senin bir yerlerde varolduğunu bilmek neden bana yanındayken hissettiğim gibi hissettirmiyor?

Metronun yalnız yüzleri. Metrolar çufçuf gitse yine böyle yalnız olur mu bu yüzler? Bu uğultu o sessiz yüzleri daha da sessizleştiriyor. Arada konuşan arkadaşlar, tanıdıklar. Ama sözleri gözlerinin sessizliğini bastıramıyor. Ve herkes durakları söyleyen o megafondaki ses kadar yalnız bu kalabalık vagonda. Asık suratlar, sallanan bacaklar, donuk bakışlar. Orada değil bu yüzler aslında. Yalnızlıklarında kaybolmuşlar.

Açılıp, kapanan kapılar. İnenler, binenler. Ding dong sesi her durakta. Tünellerde kesik kesik duran ışıklar. Gökyüzünde beyaz-mavi bulutlar. Akıp giden binalar ve ara ara duraklar. Hepsi bir şeyler söylemek istiyor sanki. Hayat akıp gidiyor, ama bir sürü istasyon var aslında. Ne zaman bu akışta bir parça olacaksın, ne zaman inip dışarıdan bakacaksın bu akışa? Ne zaman dur diyeceksin, senin elinde aslında...

Yanımdaki kadın derin bir iç çekti. Sıcaktan mı, yorgunluktan mı, peşini bırakmayan sıkıntılardan mı? Hiç bir zaman bilemeyeceğim, çünkü o kendi yalnızlığında inecek, ben kendi yalnızlığımda ineceğim. Ve yalnızlıklarımızda kaybolacağız bir kez daha.

Karşımda oturan gencin üzerinde bir el örgüsü hırka var. Atkısı da var aynı yünden. Belki onun için özel örülmüştür. Kimbilir belki annesi, belki nişanlısı örmüştür. Ama vagonda başka herkesin üstünde makine işi, hazır giysiler var. Artık kimse eskisi gibi dikmiyor, örmüyor.

Hazırı var ya! Bizi kendi yalnızlığımıza mahkum eden "hazır"lar. Hazır giysiler, hazır yemekler, hazır yaşamlar. Parayla satın alınan güzellikler, neşeler, heyecanlar, ümitler, hayatlar.

Yalnızlığıma gömülüyorum bir kez daha. Ben çocukken bize el örgüsü kazaklar giydirirlerdi. Anneannem örerdi, annem örerdi, teyzem örerdi. Ama artık kimse örmüyor... ve metro son istasyona geliyor. Şimdi onun yalnız kalma zamanı.

Dolmuşun yalnız koltuğu benim, hazır merdivenlerden çıkıp, Güvenpark’ın yalnız insanları arasından yürüdüm.

Arkadaşı ya da kardeşi ona hikayeler anlatırken, gözü, önüne yığdığı çikolataları satacak, müşteri kollayan kızın; elinde koca bir demet kırmızı çiçekle kimbilir kimi bekleyen çocuğun yalnızlığı; ve dolmuş şoförünün, bütün para üstlerini verdikten sonra sesi soluğu kesilen dolmuş şoförünün yalnızlığı, ve dolmuşun yalnız koltuğunda, en önde oturup bu hızlı gidişatı, herşeyin bir anda geride kalışını dondurmaya çalışan, yalnızlığını doldurmaya çabalayan benim yalnızlığım.

Evrendeki dünyamız, dünyadaki kıtamız, kıtadaki ülkemiz, ülkemizdeki bizler tek tek ve tümümüz yalnızız...

NOT: Bu yazı Zonguldak "Şişedeki Balık" dergisinde yayınlanmıştır.

Thursday, November 16, 2006

Ayna

Aşk bir ayna
Sırını kazırsan düz cam
Duvara asarsan yaşam
Çerçeveye sokarsan ihtişam
Elinde tutarsan yansıman
Gönlüne gizlersen en büyük yaran

Yaprak

Ağaca küsen yaprak

Attı kendini dalından

Gecenin serinliğinde

Yalnızlığı yaşadı

Düştüğü beton kaldırımda

İstanbul
















Ucu kırılmış bir buluttan yansıyan güneş

Çamur yeşil denize karışan köpük

Acı bir çığlıkla süzülen martı

Geçmişe dair silüeti tamamlayan minare

İstanbul’u hissettiren bir akşam vakti

*

Surları yıkık dökük çevreler

Kız kulesi yalnızlığında dikilir

Topkapı ihtişamıyla seyreder

Haydarpaşa insanlarıyla tüketir

İstanbul’u hissettiren bir akşam vakti

*

Yalnız bir balıkçı teknesi salınır denizde

Liman işçileri dinlenir bir gemide

Balıkçı kuşları dizilir mendirekte

Vapuru bağlayacak halatlar atılır iskelede

İstanbul’u hissettiren bir akşam vakti

Midye Kabuklu Hikayeler-2: Filyos (2.Versiyon)

Karadeniz’in her zamanki gibi grimtırak bir gününde, kara dalgaların kıyıya vurduğu bir sahildeydik. Batı Karadeniz’in ilk liman kenti olan Filyos; Akdeniz ve Ege’nin kumluk ve düzenli plajlarına karşın bir inşaat alanını andırıyordu. Denizden esen rüzgar insanı üşütüyor ama insan daha çok ıssızlıktan ürperdiğini hissediyordu.

Yukarı aşağı tırmanarak, bazen yığıntıların çevresinden dolanarak koyun sonundaki kayalıklara doğru yürüyorduk. Uzaklarda yaşlı bir çift eğilip birşeyler topluyorlardı kumsaldan. Topladıklarını ellerindeki torbalarına dolduruyorlardı. Ne olduğunu anlamak için dikkatlice baktığımı görünce “dalgalarla gelen odun parçalarını topluyor olmalılar” dedi. “Yakacak olarak” diye eklediğinde bir anda daha da çok üşüdüğümü hissettim.

Bir göz odalarını biraz olsun ısıtsın diye yakacakları sobalarını beslemek için saatlerce eğile kalka odun parçaları topluyorlardı. Bir kenara çöküp onları izledik. Nasıl bir hayatları olduğunu gözümde canlandırmaya çalıştım. Daha önce gittiğim dağ köylerini, şahit olduğum yoksulluk içinde sürdürülen yaşamları düşündüm. Gözlerimin dolduğunu göstermemek için başımı öne eğmiştim. Dikkatimi çeken bir pırıltıya uzandım. İçi Akdeniz ya da Ege kıyılarında kolay kolay bulamıyacağım kadar parlak bir sedefle kaplı siyah bir midye kabuğuydu. Kadıköy iskelesinde dolması satılan siyah midyelere benziyordu. Ama içi o kadar güzel parlıyordu ki...

Yerimizden kalkıp kayalara doğru yürümeye devam ederken bir sürü kabuk toplamıştık. Elimizdeki poşetlerden birini boşaltıp içine doldurduk. Topladıklarımızın çoğu Karadeniz’in vahşi dalgalarından kırılmışlardı. “Ne yapacaksın bunları” diye sordu. Kimin umurundaydı, onları bu ıssızlıktan çıkarmalı, o kayıp güzelliklerine bir işlev bulana kadar onları saklamalıydım. Hayatta parlaklığına kandığım tek şey sedefti.

Sedefler yaşarken farkedilmeyen canlıların ölünce ortaya çıkan güzelliğiydi... Evlerimizdeki kutuları, aynaları, masaları süslerlerdi. Kolyeleri, bilezikleri, küpeleri şenledirirlerdi. Ama beni çeken sedeflerin ölü güzellikleri değildi aslında. Onların gizemli ve özgün parlaklığıydı. Her bir parıltı ayrı bir yaşam hikayesinin, ayrı bir yaşanmışlığın iziydi sanki.

Sonra kayalara tırmanıp yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri yedik. Kayalar bizi rüzgara karşı koruyordu, ama denizin dakikalar geçtikçe daha da hareketlendiğini görüyorduk. Gözlerim dalgaların yarattığı köpüklere dalmışken bir karaltı gözüme ilişti. Dikkatlice baktığımda bu siyah karaltının tek olmadığını farkettim ve heyecanla yerimden sıçradım. Yunuslar... Yavru olduklarını düşünmüştüm. Siyah ve küçüktüler. Ancak bana Karadeniz’de yaşayan bu türün yetişkinlerininde küçük olabildiklerini söyledi. Basık burun yapısı onun olduğundan daha küçük gözükmesine de sebep oluyordu.

Sanki o görmüyormuş gibi her sıçrayan yunusu, birbirleriyle oynadıkları belli olan kalabalık karaltıları, kayalar arasında dalıp çıkan sırtlarını coşku dolu çığlıklarla işaret ediyordum. Eğer hava kararmaya başlamasaydı, beni o kayalıkların üstünden kimse indiremezdi. Saatler boyu izleyebilirdim. Ama dönüş treninin vakti gelmişti.

İstasyonda yorgun ve bizim için buruk bir bekleyiş vardı. Başkalarının ya vedalaştıkları kimseleri ya da neşeli arkadaş grupları beklemeyi kolaylaştırıyordu. Biz ise torbamızdaki midye kabuklarına bakıyorduk. Gözümüzün önünde zıplayıp duran siyah yunuslar, aklımızda bu gece üşümemek için yaş odunları yakacak çift...


Midye Kabuklu Hikayeler-1:Datça

“Annemin arkadaş verdi” “Balıkçılar”- birbirimize bakmıştık. Aynı anda söylediğimiz sözler birbirine biraz uzaktı. Çünkü ikimizin de tek düşündüğü şey, düşürmemek için sıkıca kavradığımız kocaman kabukların artık bizim olduğuydu. Balkondan hayretle gözlerini açmış bize bakan teyzemi gördüğümüzde hava atmakta olduğumuz üst komşuya hoşçakal deyip koşarak bahçeye girdik.. Eve girerken teyzem söylenmeye başlamıştı: “Ulan! Teyzemin balıkçı arkadaşı denir mi? Ne düşünecekler benim hakkımda...” (Ben arkadaş demedim ki ben balıkçılar derken kızın demişti o bozuk Türkçesi ile annemin arkadaş! Hem balıkçı arkadaşı olamaz mıydı insanın? Ne güzel di işte balıkçılar bize kocaman kabuklar getirmişlerdi. Arkadaş olmasalar getirirler miydi? Hem karşılığında hiç bir şey de istememişlerdi. Bu zamanda arkadaslardan başka kim karşılıksız bir şey verir ki?) Ama teyzeme cevap vermeye çalıştığımda beni hiç dinlemedi. İşte ilk kez o gün herkesin herkesle arkadaş olamıyacağını anlamıştım.

Dev deniz kabuğumun içindeki uğultuyu dinlerken onun geldiği denizlerin dibinde süngerlerin, midyelerin, kestanelerin, yosunların, balıkların, yıldızların, mercanların, deniz atlarının ve daha bilmediğim bir sürü canlının birbiriyle arkadaş olabildiklerini düşündüm. Ama biz düşünen hayvanlar sınıf, köken, meslek, eğitim ve daha bir çok farklılıktan ötürü arkadaş olamazdık.. Yinede farkettiğim bu gerçeği kabullenmem için bir balıkçının oğluna aşık olmam gerekti.

Aynı yazmıydı, sonraki yazmıydı emin değilim. Tekne kiralanmıştı. Tanıdıklarda bize katılmış, biz bize koy koy gezmiştik. Makarena yılıydı. Hani her yaza damgasını vuran bir parça olur ya, o yazın şarkısı belli kıvırtma hareketleriyle herkesin aynı anda dansettiği Makerena idi.

Rıfat balıkçının oğlu değildi aslında. Balıkçılar arasında ayrı bir sınıf olan sünger avcısının oğluydu. Vurgun yemiş bir sünger avcısının. Vurgun yemek bir sünger avcısının başına gelebilecek en kötü kazaydı ve bu mesleğin en büyük riskiydi. En iyi avcılardan biriyken suya dalmış ama vaktinde çıkamamıştı. Sonra tur teknesi olarak çalıştırdığı Kuğu’da kaptanlık yaparak hayatını kazanmaya başlamıştı. Datça civarındaki büyük otellerden birinin dalış teknesiydi, boş günlerinde de tura çıkıyordu. İşte o günde biz tura çıkmıştık.

Rıfat ile nasıl sohbet etmeye başladık, ilk ne zaman göz göze baktık farkında değilim. Bir koyda herkes karaya çıkmışken ben kızgın güneş altında ondan gemici düğümleri öğreniyordum. Diz dize oturuyorduk. Bazen ellerimi tutarak attığım düğümü düzeltiyor ya da sıkılaştırıyordu. Dakikalar, saatler geçiyor ama günün bitmesini hiç istemiyorduk. Ama bitti...

Turun sonunda teknenin tepesinde tam yarım saat Makerena ile dansettik. En tepede Rıfat’la ben vardık. Sanki sonsuz bir mavilikte yalnızdık. Gözüm ne teknedekileri görüyordu, ne kıyıdan bizi izleyen insanları. Müzik hiç bitmesin ve biz ordan hiç inmeyelim istiyordum. Ama kaptan müziği kesti sonunda.

Gizlice sözleşmiştik. Yemekten sonra balıkçı teknelerinin yanaştığı küçük koyda buluşacaktık. Tam tekneden inerken babası bana teknede iş teklif etti. Artık gemici düğümlerinide biliyordum hem. Karşılıklı şakalaşmalarla sabah teslim olacağımı söylemiştim. Ama o ısrarla dakikalar içinde hareket edeceklerini söylüyordu. Rıfat ise arkasından gözlerimin içine bakarak, birazda beni sakinleştirmeye çalışarak, sabaha kadar orada olacaklarını söylüyordu. Sanki herkes, herkes bizim buluşacağımızı biliyor da buna fırsat vermiyeceklerini bizimle dalga geçerek hissettiriyordu.

Evdekilerin çabaları (istemli ya da istemsiz) yemeği mümkün olduğunca geciktirmekle başladı. Pizza ısmarlanmıştı. Sanki pizzacı bile biz buluşmayalım diye çok geç gelmişti. Yemek yendi. Aslında sıra bende olmadığı halde, teyzem bulaşıklar yıkanmadan kimse biryere gitmiyor dediği için yorgunlukla bulaşıkları yıkadım. Biter bitmez de kendimi dışarı atmak istedim. Teyzem beni engellemek için yorgun olduğumu, çok kızardığımı belki de beni güneş çarpmış olabileceğini söyledi. Ama ben yine de gittim. Ama çok geçti.

Orman içindeki patikaya girdiğimde içimde heyecan ve korku karışımı bir kıpırtı vardı. İki koyun ortasında yer alan diskodan müzik sesi geliyordu, ama gece yine de sessizdi. Balıkçıların koyu karanlıktı da. Uzaktaki lambalar ancak denizin kıyıya vurduğu yere yaklaştığımda teknelerin isimlerini okumama yetiyordu. Koyu baştan sona bir kaç kez dolaştım. Ama hayatıma birden giren güzel Kuğu, bağlı tekneler arasında değildi. Kendimi çirkin ördek yavrusu kadar yanlız hissettim.

Kıyıdaki taşların üzerine çöküp gözyaşlarımın güneşten yanmış yanaklarımı ıslatmasına izin verdim. Samanyolunun bile görülebildiği binler hatta milyonlarca yıldızla dolu siyah gökyüzünün altında kendimi sonsuzlukta hiç bir anlamı olmayan bir nokta gibi hissettim.

Rıfat’la bir kez daha karşılaştım, bir hafta sonra markette... Gözlerime “ayrı dünyaların insanıyız biz” der gibi bakıyordu, konuşurken.

Haklıydı... Aramızda sınıf farkı vardı ne de olsa: O gözleri gören sınıftandı, bense görmeyen...