Bursa denince aklıma hiçbir zaman deniz ya da midye kabukları gelmezdi. Aklıma çocukluğumun uzun güney yolculuklarında, en uzun molaların verildiği, kocaman otogar gelirdi. Çocuk gözümle bana annemden eğer iki adım önden ya da arkadan gidersem kesinlikle kaybolacağım hissi verirdi Bursa otogarı. Acaba nasıl olur diye düşünürdüm. Filmlerdeki gibi bir macera yaşardım herhalde. En azından ben öyle düşlerdim.
Bursa, aynı zamanda genellikle uyuyarak geçirdiğim Osmanlı tarihi derslerinde de çok sık duyduğum bir yer ismiydi. Bunun sebebini Bursa'yı gezdiğimde daha iyi anladım. Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti ve padişah sülalesinin vatan toprağı Bursa... Beni gezdiren arkadaşım bana çok eğlenceli bir tarih dersi veriyordu ayaküstü: Sultan erkek kardeşlerinin kafasını kesiyor, ama yine getirip buraya gömüyor. Savaşta ölüyor saltanattan biri, getiriliyor buraya... Kutsal toprakları hükümdarların, memleketleri... Bir çok padişahın türbesi var Bursa'da. Hem de tam merkezde. Muradiye Külliyesi olarak anılan bu yerde, tüm şehire de yansımış olan Selçuklu-Osmanlı geçiş döneminin mimari izleri dikkatimi çekiyor. II. Murad Türbesi'nin tavanlarindaki ince oymalara baka kalıyorum bir süre... Bizi gezdiren görevli tabelalardaki yazılarin tercümelerini, türbenin kime ait olduğunu ve benzeri genel bilgileri anlatıyor. Bize bu kadar ilgi göstermesinin nedeni herhalde sonbaharın sıradan bir gününde, bir akşamüstü bizden başka kimsenin gezmiyor olmasıydı Külliye'yi... Çini ve Kalem işleri ile süslü Şehzade Ahmet Türbesi, Fatih'in oğullarının yattığı, kubbesi bir çini tabağı andıran Cem Sultan Türbesi, 16. yüzyıl çinileriyle bezeli Şehzade Mustafa ve Şehzade Mahmut Türbeleri, Gülşah Sultan, Ebe Gülbahar Hatun, Hatuniye, Mükrime Hatun, Gülruh Sultan, Şirin Hatun Türbeleri sanki hepsi ayrı bir hikayeyi anlatıyorlardı- planları, barındırdıkları ve süslemeleriyle...
Bursa'nın Osmanlı tarihindeki bu öneminden daha çok etkileyici ve dikkat çekici yapısı ise içiçe geçmiş hanlarıdır bence... Ama bu yapılar içinde de en etkileyicisi, arkadaşımın onur duyarak gösterdiği bir alandı hanların birinin ortasında: Osmanlı'dan günümüze ipek fiyatlarının belirlendiği meydan. Bir tarihin nasıl yok edildiğini anlattı sonra- artık orada toplanmıyordu Bursa ipekçileri. Neden diye sordum kendime... Neden hep güzel değerler kaybediliyor Türkiye'de? Neden hep bize dışarıdan verilen anlayış, bakış açısı ve yaşam tarzını benimsiyoruz? Vazgeçmişlerdi artık ortak fiyat belirlemekten ipekçiler... Rekabet kuralları değişmiş, kapitalist sistemin getirdiği "tutturabildiğine" fiyat sistemi benimsenmişti işte Bursa'da da...
Şehri gezdikçe, arkadaşım bana Bursa'nın ilginç nüfus yapısından, buralardan gelip geçmiş insanlardan, mahalleler arasındaki sosyal ve ekonomik farklardan sözedip beni oldukça şaşırttı. Sanki her mahalle kendi yapısını bulmuş ve bunun dışında birilerini kabul etmiyordu ortamına. Ayrımlar keskin ve yabancı biri tarafından bile rahatlıkla gözlenebilirdi Örneğin, meyhaneler sokağından geçerken insanın gözüne 1936 yılında yapılmış Şaul Harkos hayratı takılıyor ve buranın etnik tarihine ışık tutuyor; birazdan bekar ve öğrencilere ev verilen semtte karşımıza üniversite gençliğinden bir grup çıkıyor; küçük ve eski Osmanlı evlerinden oluşan mahallelerde gençler sokakta maç yapıyor, şehrin "yeni" yüzü piramid alışveriş merkezinden ellerinde torbalarla oldukça süslü giyinmiş bir grup kız çıkıyor, şimdi açılmış olduğunu bildiğim- o zaman hazırlıkları süren- Leman Kafe'nin sokağında çeşitli mekanlara girip çıkan konuşması, giyimi ve ellerinde taşıdıkları kitaplarla diğerlerinden ayrılan bir entel kesim dikkati çekiyor, parkın içindeki kahvehanede orta yaşın üstü bir kesim okey oynarken benim orada olmamdan rahatsız olmamaya çalışıyor...
Neyse bu güzel şehrin o içiçe geçmiş hanlarından bahsetmek isterim birazda. Çınarlarla bezeli meydanlarında birbirine çok benzeyen çınar altı kafeler, gezerken çok rahat kaybolabileceğiniz uzun kemerli yollar, kimi eski yapısını koruyan kimi yenilenmiş kapı kapı dükkanlar ve içinde kendinizi bir Osmanlı masalında gibi hissedebileceğiniz mekanlar. Koza Han, Emir Han, Eski Aynalı Çarşı, Kapalı Çarşı... Bu hanlardan birinin içindeki oldukça eski bir esnaf lokantasında Bursa İskenderi yedik arkadaşımla. Fast food lokantalarına düşmüş o güzel yemeğin gerçek lezzetini hatırladım çocukluk anılarıma gizlenmiş... Biz çocukken herşey ne kadar farklıydı aslında. Yemeklerin tadları gerçekten farklıydı. Ortamlar farklıydı. İnsanlar farklıydı.
Kaymaklı ekmek kadayıfı ve sucuk yemek için Afyon'a, Kestane ve İskender yemek için Bursa'ya, Kemalpaşa tatlısı ya da höşmerim yemeğe Balıkesir'e, keş ve Abaza peyniri almaya Bolu'ya... uğranırdı seyahatlerde. Biz çocukken bilirdik ki, her yemeğin tadı yapıldığı yere göre değişir ve her şeyi iyi olduğu yerde yemek gerekirki lezzeti doğru bilinebilsin. Bunu ne zaman çocukça bir tavırla annemlere karşı çıkıp, yenmemesi ya da içilmemesi gereken bir şey yiyip içsem bir yerde, anlardım. Halbuki bugün artık heryerde herşey var ve biz heryerdeki o lezzetsizliğe o kadar alışmışız ki, yemeklerin tadsızlığını normal sanmaya başlamışız. İşte o küçük esnaf lokantası bana çocukluğumdan çok iyi bildiğim ama unutmuş olduğum güzel lezzetleri hatırlattı...
Akşamüstü misafir kalacağım 85 yaşındaki annesinin evine götürdü beni arkadaşım. Karşımdaki o hanımefendinin farklı duruşu ve içten tavırları beni hemen sardı ve onunla uzun bir sohbete tutulmuş buldum kendimi birden. Bu yaşlı ama hayat dolu hanım tipik bir cumhuriyet kadınıydı. Öğretmendi. O kadar çok hikayesi vardı ki... Ömrü Yeşil adı verilen bu eski mahallesinde geçmişti Bursa'nın. Öğrencileri vasıtasıyla binlerce hayat görmüştü. Başkalarının çalışmak istemediği uzak okullarda, fakir öğrencilerle çalışmıştı yıllarca. Anlatımında mahzun bir mütevazılık vardı. Sanki hem anlatmak istiyor hem de istemiyor gibiydi yaptıklarını, fedakarlıklarını. Kendinden bahsetmenin ayıp sayıldığı zamanların insanıydı o.
Bu güzel teyze bana bir gün kocasıyla arasında geçen bir dialoğu gülerek anlattı: "Sabah çıkmış okula giderken kendisi de aynı okulda öğretmen olan bir bey arkadaşımla ..... caddesinde buluşmuştuk. Okula beraber gitmek için. Buraya gelirken geçtiğin cadde, ana cadde yani. Biri görmüş kocama yetiştirmiş. Kocam bana dedi ki güpegündüz ... Bey ile buluşmuşsun ... caddesinde. Ben de dedimki ne olacak, gizleyecek bir şeyim olsa orada buluşmam herhalde. Kocam bir daha asla bana karışmadı. Güveniyordu çünkü bana. Öyle değil mi? Gizleyecek bir şeyim olsa ana caddede mi buluşurum güpegündüz?"
Ben oldukça eğlenceli bu öğretmen hanımla daha saatlerce konuştum belki ama sonra ikimizin de dinlenmeye ihtiyacı olduğunu farkedip yattık. Ertesi sabah arkadaşım beni erkenden aldı ve deniz kenarına gitmek istermisin diye sordu. Benim ilk cevabım "Bursa'da deniz mi var?" oldu. Tabi bunu kocaman bir kahkaha izledi. Bir anda yeni tanıştığım diğer arkadaşlara karşı çok mahcup hissettim kendimi. Coğrafyam kötü ama bu kadar da kötü olmamalıydı!
Mudanya'ya doğru yola çıktık birlikte... Daha kahvaltı etmemişiz bir yemek muhabbetidir sardı herkesi. Sabah kahvaltıda çağ kebabı yemiş miydiniz hiç? Güzeldi ama kahvaltıda yenir mi?!. Demiştim ya her şeyi yerinde yemeli diye, Çağ kebabı da gerçekten güzeldi ama...
Yaklaşık yarım saatlik yolu yemek molası, çevre tanıtımı derken 2 saatte aldık ama sonunda vardık Mudanya'ya. Sanki ömrümde hiç deniz görmemişim gibi bir duygu sardı içimi. Bir balıkçı kasabasıydı Mudanya. Gerçi artık yeni eklenen mahalleleri tatil kasabasına çevirmişti genel yapısını ama yanlızca restorasyon yapılmış olan eski Rum mahallesi, denize doğru inen sokaklarda çıkardıkları sandalyelerde oturup sohbet eden insanları ve her sokağın sonunda göze çarpan kayıkları insana kendini başka bir zamanda ve mekanda hissettiriyordu. Büyük iskelede bir sürü insan balık tutuyordu. Ama benim dikkatimi çeken ara sokaklardan birinin sonundaki küçük iskelede yatmış önüne de iki tane olta sıkıştırmış genç bir çocuktu. Arkadaşlar beni kendi halime bırakmış, oturmuş çay içiyorlardı. Bense bir yukarı bir aşağı, birbirine paralel sokaklarda geziyor ve fotoğraf çekiyor, ne zaman o küçük iskeleyi kesen bir sokaktan geçsem kayıkların arkasından gözüken iskelede ki oltalara bakıyordum. En sonunda sokaktan aşağı inip deniz kıyısına kadar gittim. Kıyı taşlıktı ve tabi ki bir sürü midye kabuğu doluydu. Çocuğu unutup kabukları toplamaya başladım hemen. Birazdan birinin bana doğru dikkatli dikkatli baktığı hissine kapıldım. Kafamı kaldırdığımda az önce fotoğrafını çektiğim, huzurlu bir şekilde uyuklayarak balık tutan genç benim fotoğrafımı çekiyordu. Bana gülümseyince onun buralı olmadığını anladım, çünkü gözleri çekikti, çok büyük olmayan bir sırt çantası vardı ve ben buralara ait değilim diyen bir duruşu vardı. Ben de onun kim olduğunu öğrenmeye karar verdim. Topladığım kabuklarla birlikte iskeleye çıktım. "Merhaba" dedim. Bozuk bir aksanla cevap verdi. Oturmak için izin istedim o da bana çantasının önüne serdiği havlu üzerinde yer gösterdi. Balık var mı diye sordum, "bilmioğum, onlağ benim değil" dedi. Bu beni iyice şaşırtmıştı. Gülmeye başladım. O da bana katıldı. Kendimi tanıttım. O da kendini tanıttı. Adı Ted'di. Kanadalı idi. İngilizce konuşabildiğimi öğrenince iyice bir rahatlayıp, İngilizce anlatmaya devam etti. Aslen Tayland asıllıydı. Dünyayı geziyordu. Üç yıldır! Planladığı turu tamamlaması için daha önünde bir buçuk senesi vardı. Genellikle "hospitality club" adlı misafirperverlik kulubü vasıtasıyla çeşitli insanların evlerinde konaklıyordu. Bu şekilde ilginç insanlarla tanışıyor, hem de bir turist gibi göremeyeceği mekanlar, yaşamlar ve kültürler görüyordu. Şimdi de burada evinde konaklayacağı bir gencin işinden dönmesini bekliyordu. Tabi bu arada ortamın tadını çıkarmayı da ihmal etmiyordu. Buraya geldiğinde oltalar orada duruyormuş. Yani yalnızca orada bırakılmışlardı. Belki akşama doğru biri gelip bakar diye güldük. Ona çektiğim fotoğraflarını gösterdim, ama o gösteremedi. Çünkü eski tip bir makine kullanıyordu. Bu hem daha ucuzdu, kaybettiğinde fazla üzülmüyordu; hem de kaybedince en fazla 30 fotoğraf kaybediyordun. Dijitaldeki gibi bütün bir gezinin fotoğraflarını değil. Filmleri banyo ettirip, Fransa'da ki bir arkadaşına gönderiyordu. Basılı fotoğrafları da ayrı bir kutuyla gönderiyordu ki, posta'da kaybolursa en azından biri kurtulsun. En güzel fotoğrafları da imkan buldukça tarayıp internet sayfasına koyuyordu. Onu da alıp çay bahçesine gittim, onu diğerleri ile tanıştırdım ve onun gezdiği ülkelerde yaşadığı ilginç olayları dinleyerek akşamı ettik. Ayrılırken, elektronik posta adreslerimizi aldık, ve fotograflarimizi birbirimize yollama sözü verdik. Bir gün, bir yerde karşılaşmak ümidiyle dedik birbirimize... Ted'i bir daha göremeyeceğimi biliyorum. Ama sanki onun gibi bir insanı tanımak bile bana yeni yerler görmek, yeni bir şeyler yaşamak ve hatta dünyanın bir çok yerinden midye kabukları toplayıp, midye kabuklu sonsuz hikaye yazmak için cesaret veriyor...