Wednesday, December 6, 2006

Yoksunluk ve Yoksulluk

Gazeteci olan çok sevdiğim bir arkadaşımla batı Karadeniz kıyısında bir kıyı kasabasına dolaşmaya gitmiştik. Dönüş treninde orta yaşlı iki kadın karşımıza oturmuştu. Oraların yerlisi oldukları her hallerinden belli oluyordu. Ama en çok kullandıkları ağız dikkati çekiyordu. Aralarındaki konuşmalar sessizliğimizde bize anlatılan bir hikaye gibi geliyordu. Yan gözle baktığımda onun da benim kadar dikkatle dinlediğini gördüm. Anlattıklarına hikaye demek yanlış aslında, onlar hayatı anlatıyorlardı. Karadeniz’in sahil kasabalarındaki hayatları.

Birinin düğünü varmış, birileri rahmetlik olmuş, bir kadıncağızın çocuğu olmuş ama beyi ortada yokmuş, çalışmaya Trabzon’a gitmiş, “malum”muş, gitti gideli haber yokmuş. Hayat dedikodularına devam ederek bir ara istasyonda indiler trenden.

Bir teyze bastonuyla arkadaşımın omzuna dokundu kapıdan uzanarak. İkimiz birden döndük. “Uşakçıklarum, yardım edin” dedi. İkimiz birden ayağa kalktık. Yanına gidince teyze hemen koluma girdi. Trenin canlı hareketi ile onun bastonuna ve bana tutunarak zar zor yürüyüşü arasındaki tezatlık çok tuhaftı. Trenin eski yüzü ve poflarcasına çıkardığı sesler ile o teyzenin capcanlı bakışları ve hiç durmadan konuşması da oldukça tezattı aslında. Ben teyzeyi karşımızdaki boş koltuğa oturttum, o ise paketlerini taşıyıp yerleştirdi. Teyze birşeyler anlatıp duruyordu ama ben söylediklerini takip edemiyordum. Hemen beni uyardı “teyzeyi ters oturmak tutar biz o tarafa geçelim istersen?”.

Düşünemediğim için kendime kızarken, trenin sarsıntısı içinde teyzeyi tekrar kaldırıp bu sefer trenin gidiş yönüne uygun oturttuk. Yerleşir yerleşmez teyze bana zorla paketlerinden birini açtırıp tüm vagona taze kavrulmuş sarı leblebi dağıttırdı.

Sonra da bana anlaşılması zor geldiği kadar güzelde gelen yöreye özgü şive ile anlatmaya başladı. Yedi çocuğu vardı. Biri az önce bindiği köyde, biri Zonguldak’ta, biri Ankara’da, biri Trabzon’da, hangisi anlamadık biri tam önünden geçtiğimiz gibi bir dağın ardında yaşıyordu.

Kızlarından, gelinlerinden bahsetti. Şimdiki kızanlar rahattı. Hiç bir iş yapmıyorlardı. Teyzenin zamanında her iş elde yapılırmış. Benim kısa saçlarımla uşakçık gibi gözüktüğümü de laf arasında söyleyivermişti hoşlanmadığını belli eder bir tavırla. Sonra devam etti anlatmaya. Çamaşırla, bulaşıkla saatlerce uğraşırmış.

...

Yemek yapmaktan, hayatından bahsederken yanlız başına yaşadığı, bir Karadeniz dağ köyündeki evini de anlattı. Evinin yanı askeri birlikmiş. Kışın kar yağdımı oraya gelen yollar kapanırmış. Altı ahır olan iki katlı evinin üst katında kurulu olurmuş sobası. Pek dışarı da çıkmazmış kışları. Camdan soğukta nöbet tutan askerleri gördükçe içi acırmış. Aşağı inecek dermanı olmadığından camı açar yiyecek atarmış nöbetçi erlere. Onlar da odun taşırlarmış, komutanları izin verince teyzenin evine. Ne askerler terhis ettirmiş teyze. Bayramlarda geleni çok olurmuş bu askerlerden. Kızlarını gelin vermiş, oğullarını gurbet ellere göndermiş daha iyi bir hayat uğruna. Kendi yalnızlığında zar zor geçinirken hala sobada pişirdiği iki patatesten birini uzak diyarlardan gelen bir uşakçığa verecek kadar zengin bir gönle sahipti bu teyze. O teyzeciğin hayatındaki tezatlıklar yoksulluğun yoksunluk olmadığının kanıtıydı aslında.